Hayallerin Şehri Paris’dir.
Üstelik balayı için de ilk tercih… Nedense benim rüyamda dahi yok! Fransa’da sadece 2004’te Marsilya’yı görmüştüm. Arkadaşlarımla 2008 Mayıs sonu Orta Avrupa planı yaparken yer kalmadığını gördük ve son kalan 2 odayla beraber Benelux-Paris turunu satın aldık. Hayaller Prag, gerçekler Paris oldu! Louvre Müzesi, Ressamlar (Montmarte) Tepesi, Notre-dame, Sacre Coeur Bazilikasının bembeyaz halinden sonra Disneyland’ın renkli dünyasına daldık. Eğlenmenin yaşı yok… Keyifle çocukluğumuza geri döndük.
Lüksemburg-Almanya kolonya diyarı, Köln-Belçika çan sesleri içinde, geçmiş zaman film karesinden fırlamış Brugge, laleler ve özgürlükler ülkesi Hollanda… Onlar ayrı yazı konusu zaten, gelelim sebebi ziyaretimize…
Aradan bir kaç yıl geçti, başka rotalara gitme şansım oldu. Sonrasında Paris’i görmek isteyen dost akraba-arkadaş ve çocukları ile 1-8 Eylül 2013 gene aynı güzergah, gene Jolly Tur… Konsolosluk, evrak, vizeler, parmak izi gibi sorunlu durumlar sorunsuz tamamlandı. Paris’te güzel bir 3 gün başladı. Gene köprüler, Şanzelize ve Louvre Müzesi… Louvre Müzesi‘ni gezmek için verilen süreyi Orsay Müzesi için kullandım. Yalnız yürürken kendi kendime düşündüm ve bu şehrin aslında etkileyici bir ruhunun olduğunu kendi kendime kabul ettim. Moda olduğu için gidip görülen yerlere karşı olduğumdan, belki marka, lüks takıntım olmadığından mı Paris’e garezim!
Pekii ne için Paris’e geldim tekrar, ne çekti beni? Fransız mutfağı mı? Hayır… Hatta bu defa meşhur diye 1 saat bekleyip beğenmediğim, sadece içimi ısıtır diye 6 € verip içtiğim soğan çorbasını da içmeyeceğim. O bir saatte nereleri görürüm ben. Benim için turlarda yemek en son yapılacak şey. İlk öce ruhum doymalı, yürürken bir şeyler atıştırırım çoğunlukla… Pekii bu seferki hayalim ne? Versay Sarayı, vakit kalırsa Rodin Müzesi ve akşamına Lido Show… Gelme nedenim sadece bu üçlü.
O gün programda olan Disneyland’a gitmeyen grupta 7 kişi vardı. Onlarla konuşuruz bir araç bizi alıp Versay Sarayı’na götürür iki saat sonra alıp otele getirir, diye düşündüm. Fakat herkes bu plana uymak istemedi. Hesap kitap sonuçta organize olamayız. Güzel çirkin neyle karşılaşacağımı bilmediğim için kimseye de ısrar edemem, huyum değil. Bazı misafirler dinlenmek ister, gene tek kaldım galiba derken 20 yaşlarında üniversite öğrencisi genç bir kız Nilsu ”Ben gelirim” dedi. Yüzümde gülümseme ile ”ama şikâyet yok” dedim. Çünkü ben 50 yaşındayım, ama saatlerce yürürüm, oflayıp poflamam!
Ve sabah heyecanlıyım, otelden çıkmadan önce gene bize katılmak isteyen olur mu acaba diye lobide 11’e kadar bekledim. Hadi yola koyulma vakti… 15 dakikalık yürüyüş mesafesindeki tren istasyonundayız, örümcek ağı gibi metro ağları var bu Fransızların. Nasıl karışık bir rota… Bütün gün treni kullanacağımız günlük kartımızı aldık. İlk durak St. Michell… Tren değiştirmek için indik, çok yol gittik diye konuşurken aaaa! Gardan hala Eiyfel Kulesi görülüyor. Görevli dahil en az 5 kişiye saraya giden treni sorduk. ER C..C5 bu ne yaaa! Sonunda Versailles Sarayı… Yeşillik, güzel bir yoldan da yarım saat sohbetli, keyifli yürüyüş ile saray kapısındayız… Oooo! Nidaları hem saray için hem de inanılmaz bir kuyruk için atılır. 15 € giriş ücreti. Birinci hedef tamam!
Birinci Hedefimiz: Paris ve Versailles Sarayı, (Fransızca: Le château de Versailles)
Aslında tarihi bir Fransız şatosu… Bahçeler… Sonrası ormanlık arazi ile birleşip kayboluyor, o kadar devasa ki! Turistler yürüyerek değil trenle geziyor bahçelerini, ama tüm günümüz yok ki bizim… İçeriye girdiğimizde duvar süsleri, varaklar, tablolar, mobilyalar, ihtişamlı şömineler, avizeler bu güne kadar gördüğüm en heybetli saraylardan biri Versay, kesin… İlk binasının yapımına 1661’de başlanmıştır. Fransız barokunun sonu ve klasik üslubun başlangıcını aynalı salonun ışıltısında şaşkınlık yaşayan ben… Fotoğraftaki gibi bir ara tepe taklak oldum gerçi.
Versailles Sarayı’nın kokusunun “Avrupa’daki tüm saraylardan eşsiz” olduğu söylenirmiş, çünkü tuvalet banyo yok! O şaşaalı yıllarda asillik anlayışında, asillerin istediği yerde ihtiyaçlarını giderebilmeleri yüzünden bu ünü hak etmiş… Fransızların dedikodusunu yapmadan olmaz; parfüm, topuklu ayakkabı, geniş kenarlı şapkaları niye icat etmişler? İşte bu yüzden… İki saatlik saltanatımız sona erer, bir devir kapanır, bu çağa döner şehir merkezine ulaşırız.
İkinci Hedefimiz: “Le Penseur – Düşünen Adam” heykelinin orijinalini yerinde görebilmek.
Napolyon’un Mezarı ve Askeri Müze’yi, Paris turlarında panoramik olarak görebildiğiniz, fotoğraf çekindiğiniz yer, programlarda var. Invalides’den hemen sonraki soldaki ilk sokaktan içeri giriyorsunuz. İşte Rodin Müzesi orada. Biz 6 Euro giriş ücreti ödedik, şimdi 10 olmuş galiba, her ayın ilk pazar günü ücretsiz.
Rodin’in bu meşhur heykelinin bir kopyasını, birkaç yıl öncede Amerika’da Philadelphia’da Rodin Müzesi‘nde görmüş İmmanuel Kant‘ın lisede Felsefe dersinde okuduğum ”Düşünüyorum o halde varım” sözü zihnimdeyken düşünme pozu vermiştim. İkinci Rodin fotoğrafım da tamam, ama bu tamamen orijinal oldu. Gelelim gıybet köşemize, gene Fransızları çekiştirmeden olmaz!
Auguste Rodin‘in yaşamı boyunca kadınlarla ilişkileri hep inişli çıkışlı olmuş, 1883 yılında tanışmış olduğu heykeltıraş Camille Claudel ile birliktelikleri yıllarca sürmüş. Bu süre Rodin’in altın yılları olurken Claudel’in ruh sağlığı bozulmuş. Kendi eskizlerini ve heykellerini paramparça ederken, Rodin’in fikirlerini çalma ve O’nu öldürme planları yapmakla suçlanmış. En nihayetinde akıl hastanesine yatırılan Claudel ömrünün geri kalan 30 yılını burada geçirmiştir. Bir kadına yaşattığı aşk hezeyanları neticesinde O’nu akıl hastanesine mahkûm eden bir heykeltıraşın, düsünen adam heykeli belki ondan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi‘nin bahçesindedir. Rodin’in Düşünen Adam heykeli ile Bakırköy özdeşleşmiş durumda, gerçi ben oradaki heykeli görmedim, aman kısmet olmasın. 2 katlı müzeyi, diğer heykelleri, tabloları gördükten sonra bahçedeki havuza karşı tahta şezlonglarda uzanırız
Yürümenin sonu yok. Vaktimiz var. Eyfel Kulesi eteklerinde, elimizdeki konserve barbunya eşliğinde herkes gibi piknik yaptıktan sonra, fotoğraflar çekerek, şehrin yaşayan ruhunu içimize çekerek, Seine Nehri kıyısından Şanzelize‘ye doğru yol aldık. Genç yol arkadaşımı pizzacıya bıraktım, ben de aynı caddedeki Lido Show‘a -kıyafet zorunluluğu yok, ama sırt çantamda yedek tişört ve şal ile- katıldım. Evet, lüks tutkum yok, ama Paris denince akla gelen Moulın Rouge veya profesyonel, büyüleyici ışık, su ile zenginleştirilmiş Lido Show’u bu sefer kaçıramam. Günümü sandviçle geçiştirir, marka çanta, ayakkabı almam görürüm. Moulin Rouge daha geleneksel önünden geçtik en azından, Lido Show ise daha modern, daha uygun fiyatlı.