Arkadaşlarla Ege turuna çıktık. Tabii ki duraklarımızdan biri de Datça oldu. Tabii ki diyorum çünkü buraya bayılıyorum ve rotamıza da benim talebim doğrultusunda dahil oldu. Zaten ne demişler: Tanrı sevdiği kullarını Datça’ya gönderirmiş, eh bizi de gönderdi işte.
Daha arabayla Marmaris’ten Datça’ya yaklaşırken bile yüzümde güller açmaya başlıyor. O kıvrımlı yol, tepeler, kah çam ağaçları, kah bozkır toprak yapası, oksijeni, havanın tadı, ara ara gözüken maviyle yeşilin birleştiği koylar ve buranın her şeyine bayılıyorum.
Neyse Datça’da otelimize yerleştikten sonra yol yorgunluğunu alması için hemen Kargı koyuna gidiyoruz. Suyu nasıl berrak anlatamam. Hemen suya giriyoruz, kumsalın yapısı çakıl ama rahatsız etmiyor (Geçen sefer buraya geldiğimizde suda ördekler kazlar da vardı ama bu sefer ortalarda gözükmüyorlar).
Denizin içindeki şezlonglarımızda güneşlenme faslımız da bitince kendimizi Datça Kumluk sahilindeki Cafe-Inn pizza ve makarnacısına atıyoruz. Herkes buranın pizzalarını övüyor, ama biz tersiz ya canımız makarna çektiğinden makarna alıyoruz (domates soslu karidesli linguine krema soslu mantarlı fettuccine). Makarnalar diri ve tam kıvamında pişmiş geliyor. Bayıla bayıla yiyoruz. Özellikle masaların denizin dibine kurulmasına bayılıyoruz ve ayakkabılarımızı çıkarıp kumlara negatif enerjimizi boşalta boşalta yiyoruz.
İkinci gün buranın meşhur koylarından Palamut büküne gidiyoruz. Yol tek şerit gidiş dönüş olduğundan yaklaşık bir saat sürüyor, ama ben hiç yorulmuyorum. Tam tersi o tepelere, kayalara, kıvrımlara bakmaktan sarhoş oluyorum. Büke vardığımızda upuzun bir sahil ve kenarında yan yana tesislerle karşılaşıyoruz. Biz şezlongları tahta, şemsiyesi genişçe olan Bonito Beach adlı mekana kıvrılıyoruz. Deniz burada vahşi ve çok güzel. Girince çıkası gelmiyor insanın. Arkadaşlarla kah sohbet ettik, kah ben “Fi” kitabımı okudum, kah buradan aldığımız lezzetli patatesli gözlemelerimizi yiyerek akşam ettik. Datça’ya dönmeden önce tabi ki sıra sıra dizilmiş yöresel ürün satan mağazaları gezdik ama buradan sonra çiftliğe gideceğimizden alışverişi oraya bıraktık.
Yine atladık arabalara ve yaklaşık yarım saatlik Ege koyları ziyafetinden sonra Ali Somer’in çiftliği Knidia’ya vardık. Burada yılların emektarı biricik Nuran ablayla sarılıp öpüştük, bize çiftliğin tatlı tatlı esen mutfağında çaylar demledi, zeytinler, elcikleriyle yaptığı reçellerden ve ekmeklerden ikram etti. Tabii hepsini bayıla bayıla yedik, çiftliği gezdik, özlem giderdik arkasından zeytinyağımızı, zeytinimizi, harup pekmezimizi, nurlu bademimizi (nefistir buranın bademi almadan sakın dönmeyin), sabunlarımızı alıp gözüm arkada kala kala oradan ayrılıp Datça’ya geri döndük. (Burada kalmayı bir sonraki geziye bıraktık)
Akşam yemeği için yine kumluk mevkiinde Ferdi Baba’ya mı gidelim, Kekik’e mi gidelim diye çok düşündük. Ferdi Baba çok büyük, çok mezesi olan bir balıkçı, Kekik ise daha şirin daha sade hem balık ürünleri hem et çeşitleri yapan daha küçük bir yer. Sonunda Kekiğe karar verdik ve masadan çok memnun kalktık size de kesinlikle burayı tavsiye ederim. Sahil kenarı masamıza kurulduktan sonra soğuk başlangıçlardan acılı girit ezmesi (ben acı yiyemiyorum ama yiyenler beğendi), domatesli patlıcan (sosu da patlıcanlar da nefisti), çiçek dolma (iç harcının baharatı tam kıvamında), yoğurtlu semizotu (taze) ve ikram olarak da zeytinyağlı kurutulmuş (bayıldım) domates geldi. Ara sıcak olarak tereyağında karides aldık ki aman da aman ne güzeldi anlatamam. Karidesler orta boy, tam kıvamında pişmişti. Sosuna ekmek bana bana yedik bitirdik. Ana yemek olarak lağos ızgara aldık. Eti lop lop olan bu lezzetli balığı da kaşla göz arasında bitirdik. Kahve ve çaylarımızı beklerken çalan 70’lerin popüler Türk müziğini bayıla bayıla dinleyip yer yer eşlik ettik.
Tatlı olarak canımız dondurma çektiğinden bize tavsiye edilen Çınar dondurmacısına gittik. Bir sürü çeşidi olan dondurmacıda mangoyu tatmak istedim. Satıcı “biz burada dondurma tattırmıyoruz” diye ters bir cevap verdi ve açıkçası çok bozuldum. Yani bir ben müşteriyim, ikincisi belli ki almaya gelmişim bu ne biçim cevap, üçüncüsü göz hakkı denilen bir şey var ağaç dalı dışarı sarksa oradan meyve koparan bir nesiliz biz. Bir kaşığın ucundan verse ne olur ben hiç anlayamadım. Zaten bunu yazacağımı orada da söyledim, “hıhı hıhı” deyip geçiştirdiler. Neyse havamız bozulmasın diye kimseye çaktırmadım aldık dondurmalarımızı çıktık. Tadı fena değildi ama öyle aman aman da değildi açıkçası. Neyse arkasından otelimize döndük ve ben terasta yıldızların altında çok keyifli bir şekilde uyudum.
Ertesi gün önce eski Datça’yı gezdik. Oranın çiçekleri dışarı taşmış, sevimli taş sokaklarında yürüdük. Başımıza prenses taçlarından aldık, Can Yücel’in müze evini bulduk, sağda solda bol bol fotoğraf çektik arkasından yolluk bir sandviç yemek üzere Datça kumsala dönüp Mamboccino Kafe’ye gittik. Kafe sevimli çalışanları çok ilgili ve güler yüzlüydü. Hepimiz ton balıklı sandviç aldık (taze ve lezzetliydi), yanına da buzlu latte (başarılıydı) aldık. Canınız lezzetli bir sandviç yemek isterse buraya mutlaka uğramalısınız. Arkasından yolcu yolunda gerek dedik bir sonraki durağımıza doğru yollara düştük.
Ne demişler Tanrı sevdiği kullarını Datça’ya gönderirmiş eh biz geldik şükür sıra sizlerde…
Sağlıcakla,