Samimi ve sevecen tavırları, İtalyanca aksanıyla konuştuğu Türkçesi ile hepimizin gönlünü fetheden Danilo Zanna’yla İtalya’ya, Türkiye’ye ve yemeklere dair keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Jolly gezginleri için yaptığımız bu özel röportajı keyifle okumanız dileğiyle…
Gastronomi lisansınız ile başlayan mutfak ustalığınız nasıl devam etti? Kariyer yolculuğunuzdan bahsedebilir misiniz?
Babam dışında herkesin şef olduğu bir ailede büyüdüm. Restoranlarımız vardı ve ailem hep mutfaktaydı. Amcalar, anneler, kız kardeşler hep bir arada ve mutfakta olunca çocukluğunuz da haliyle mutfakta geçiyor. Mutfakta büyüdüm dediğimde ustalığımın başlangıcı olarak düşünmeyin. Temizlik ve getir götür yaparak patates soymakla geçti çocukluğum. Ve ben mutfaktan biraz nefret etmeye başladım. Çok iyi hatırlıyorum, 13-14 yaşlarımda arkadaşlarım tatile çıkarken, ben patates soyuyordum. Yaklaşık 20-25 sene öncesinden bahsediyoruz. Bugünkü gibi profesyonel bir mutfak yoktu. Bütün kesim işlerini, hamur açma işlemlerini ve temizliği kendimiz yapıyorduk. Amcamın yaklaşık 55-60 kilo hamuru eliyle yoğurdunu hatırlıyorum.
Zaman geçti ve ben başka bir iş yapmak istediğime karar verdim. Üniversiteye başladım ve edebiyat okudum. Üniversite bittikten sonra beklemediğim bir olay oldu. Amcalarımdan biri İngiltere’de yaşıyordu ve hastalandı. Çocukları mutfakla ilgili hiçbir şey bilmediği için Londra’ya gitmek durumunda kaldım. 2002-2003 yıllarıydı ve fine dining diye bir kavramın doğduğu yere gitmiştim. Orada bambaşka bir mutfakla karşılaşmış oldum. Ve olaylar gelişti…
Türkiye’ye gelişiniz ve buraya yerleşmeniz nasıl gerçekleşti?
Londra seyahatimden sonra Türkiye’de yaşayan çok sevdiğim bir arkadaşım beni İstanbul’a davet etti. Ben de hafta sonu tatili için İstanbul’a geldim. Uzun zamandır görüşmediğimiz için ilk gün yemeğe gittik. Arkadaşımın arkadaşı sayesinde de eşimle tanıştık. Cihangir’de geçirdiğimiz o akşam aşık oldum. Kısa bir sürenin ardından sevgili olduk. Fakat ben Londra’ya dönmek zorundaydım, o da burada kalmak durumundaydı. Bu zorlu sürece dayanamayıp 2 yılın sonunda artık evlenelim dedim ve mayıs ayında evlendik.
Evliliğimizin ardından merakım yüzünden Fethiye’ye gittik. Planlarımızda farklı rotalar olsa da eşim hamile kalınca planlarımız değişti. İtalya mı yoksa Türkiye mi karar vermeliydik. O dönem İtalya’da yaşanan ufak bir kriz sebebiyle İstanbul’da kalmaya karar verdik. Ben de işimi buraya taşıdım. Mecidiyeköy’de bir restoran açtım ve orada şef olarak çalışmaya devam ettim. Bir gün Derya Baykal restoranıma geldi ve beni sempatik ve başarılı bulunca o dönem sunduğu programına İtalyan yemekleri yapmam için davet etti. O programda beni çok sevdiler ve böylece devam kararı aldık. Ardından ATV’de farklı bir programdan teklif geldi ve oraya başladım. Restoran işletmeciliği sürecimde zorlu kısım her gün Mecidiyeköy’den Yenibosna’ya bir yolculuk yapıyor olmamdı. Yol beni çok yorduğundan restoranı kapatıp televizyon dünyasına odaklanmaya karar verdim ve bambaşka bir dünyaya giriş yaptım.
Yemekle iyi fikirleri birleştirmeyi ve insanları gülümseten hisleri paylaşmayı seviyorum. Bana göre, güzelliği yaymak gerek.
Restoran işletmeciliği süreciniz nasıldı? Kendinizi nasıl bir yönetici olarak tarif ediyorsunuz?
Amcam sayesinde “şef” ne demek gerçek anlamı ile öğrenme fırsatım oldu. Bizlere göre şef sadece yemek yapan kişidir. Yemek yapmak zaten bizim işimiz ama orada yönettiğimiz bir mutfak var. Herkesin gönlünce istediğini yaptığı bir yer olmalı ve şef de bu yerde herkesin istediğini yapmasını desteklemeli. Çalışan arkadaşlarım benden bir şeyler öğrenmeli; öğrenmiyorlarsa kendimi o pozisyonda görmek istemem. Mutfağın içerisinde sürekli alışveriş olmalı, her gün yeni bir şey öğreniyor olmalıyız. Yeni malzemeler, pişirme teknikleri, menüler, farklı konseptler; saydıklarımın hepsi o alan içerisinde şefin enerjisiyle birlikte kazanılmalı.
İtalyan mutfağı ile Türk mutfağını farklı açılardan değerlendirebilir misiniz?
İtalyan mutfağı da Türk mutfağı da adeta aynı piyanoyu kullanıyor. Hava, su, toprak, tarih neredeyse hemen hemen her şey aynı; haliyle de aynı tuşlar üzerinden eşsiz ritimler üretiyoruz. Güney İtalya ile Türk mutfağı birebir aynı. Bu yüzden çoğu zaman kendimi evimde hissediyorum. Mesela sizin Arap kökenli leziz yemekleriniz var, onlar tabii ki de benzemiyor. Fakat o yemekler de bana bambaşka yaşantıları anımsatıyor.
Çalıştığım insanlara güveniyorum ve bunu daima hissettiriyorum. Tutku olmadan da çalışamıyorum. Yaşamak için çalışıyoruz, çalışmak için yaşamıyoruz. Onun için ömrünü mutfakta geçiren bir şef olmanın yanı sıra dışarıda öğrenip mutfağına değer katan bir şefim.
Sizin gözünüzden Türkiye nasıl bir ülke? Sizin için ifade ettiği anlamlar neler?
Türkiye aslında oldukça merak edilen bir ülke. Otantik ve bir o kadar güzel. Haliyle insanın üzerinde eşsiz bir etkisi var. Ben Türkiye’ye gelmeden önce burayla ilgili bir film izlemiştim ve orada Boğaz Köprüsü’nü görmüştüm. İşte o zaman buranın ne denli güzel bir yer olduğunu fark ettim. Tarihi zenginliği, doğal güzellikleri, insanı; kısacası her şeyi beni büyülüyor. Burada kendimi bir kere bile yabancı hissetmedim. Çünkü karşımdaki insanlar bir kere bile sen yabancısın gözüyle bakmadılar. Her zaman sıcak insanlarla bir arada kaldım, bu yüzden gönül rahatlığıyla misafirperver oluşunuzu hep dile getiririm.
Şef kimliğiniz bir yana Türkiye’yi karış karış gezen bir gezginsiniz de. Bu zamana kadar sizi etkileyen şehirler nereleri oldu?
Türkiye’de beni en çok etkileyen yer Çanakkale. Bana göre her insan hayatında bir kere Çanakkale’ye gitmeli. Çanakkale dünyadaki iki büyük savaşı görmüş bir kent. O kadar dolu bir yer ki beni inanılmaz etkiledi. Oradaki Aynalı Çarşı ve türküsü beni inanılmaz duygulandırdı. Dünyaca ünlü Truva’nın da bulunması Çanakkale’yi benim gözümde değerli yapıyor. Bakıldığında bizim Kolezyum’dan daha değerli bir yapı. Çin, Japonya, Meksika hatta tüm dünya biliyor ki Truva Savaşı çok çok önemli. Yaşanan onca şey, yapısı ve unutulmaz olayları Çanakkale’yi çok değerli kılıyor.
Çanakkale’den sonra etkilendiğim başka yer ise Safranbolu. Burası benim için bir ressamın fırçasından çizilmiş şaheser adeta. Gerçekten de biri köy yokuşundan aşağıya doğru inmiş ve o köyü çizmiş; bunun başka bir açıklaması olamaz.
Seyahat rotalarınızı nasıl belirliyorsunuz?
Bir parçam İtalya’da olduğu için özellikle İtalya hayatımın her anında oluyor. Oğlumun da doğayla ve akrabalarıyla daha fazla vakit geçirmesini çok istiyorum. Domatesin ya da yeşilliğin kokusunu bilmeden büyümesini kesinlikle istemeyiz. Seyahat rotalarımız kendiliğinden oluşuyor. Bazen bir çılgınlık yapıp trenle seyahat ediyor veya kamp yapıyoruz. Bu sene ise bizim için çok farklı bir konseptle sevdiklerimizin karşısına çıkacağız. Ailece Türkiye’nin eşsiz güzelliklerini gezeceğiz ve büyük bir ihtimalle bu işin dijital tarafı da olacak. Orada nasıl tatil yaptığımızı, neleri tercih ettiğimizi anlatacağız.
“İtalyan İşi” “Elin Oğlu” ve “Görümce” gibi projelerde yer aldınız. Televizyon ve sinema ile ilgili projelerinize devam etmeyi düşünüyor musunuz?
Benim için bu işler inanılmaz değerli. Televizyonda olmak gibi bir hedefim yokken birden kendimi kameranın karşısında buldum. Gelen tekliflerle birlikte çok güzel işler gerçekleştirdik. Yemek programlarının ardından deneyimlediğim oyunculuklar ise bu yolda daha güçlü adımlar atmamı sağladı. İlk defa ezberle çalışıyordum ve ezberlediğimi anlamak epey uzun sürdü. Görümce filminin senaryosunu 2 hafta boyunca sadece anlamak ve kendime uyarlamak için çalıştım. Başka birisi olma serüveni ve öğretici geçen bu zaman bana çok şey kattı. Aslında çok şanslıyım çünkü canlı programlar da yaptım. Bunun neresi şans diye soracak olursanız, o canlı programlar sayesinde Türkçem biraz daha toparlandı. Bu yüzden beni geliştiren yerde kalmaya daima devam edeceğim.
Wilco Van Herpen ile “Avrupa’dan Anadolu’ya” adlı televizyon programıyla Türkiye’nin dört bir yanını geziyorsunuz. Bu anlamda bizi yeni sürprizler bekliyor mu?
Wilco ile programı çekmeye başladığımız andan itibaren 7/24 birlikte yaşamaya başladık. Birbirimizle çok farklı bir enerji yakaladık. Karakterlerimiz farklı gibi dursa da bir araya geldiğimizde güzel şeyler yakaladık. Yeni yerler keşfettik, yeni insanlarla tanıştık ve daha yeni bir sürü şey yaptık. Gittiğimiz yerlere bir de kendi bakış açımızdan yorumlar kattık. Anlaşmazlıklar yaşadığımız da oldu ama bunlar bize hep anlatacağımız güzel anılar olarak geri döndü. Mesela Ordu’daki bir çekimimizde Wilco paraşüt deneyimlemek isterken ben kesinlikle istemedim. Benim en son paraşüt deneyimim uçaktan atlayarak olduğu için daha kısa bir mesafeden denemek istemiyordum. Her ne olursa olsun Wilco beni ikna etti. Ve sonunda ayağım kırıldı. 2 ay kadar alçıda kalmak zorunda kaldı. Ne diyelim farklı deneyimler yaşadık ve bunlara rağmen gezmeyi, yeni heyecanlar yaşamayı bırakmayacağız.
İtalya turu yapmak isteyen Jolly gezginleri için favori şehirlerinizi ve tavsiyelerinizi öğrenebilir miyiz?
Floransalı biri olarak İtalya turu yapacakların mutlaka görmelerini istediğim yer Toskana Bölgesi. Roma da Milano da çok güzel yerler ama Toskana tarihiyle, insanıyla, müziğiyle, doğal güzelliğiyle ayrı bir yere sahip benim için. Toskana Bölgesi’nde ise Vinci Kasabası’nı ve Leonardo Da Vinci Müzesi’ni görmeden turu bitirmesinler. Yine Toskana’da Siena’daki Montalcino Bölgesi‘nde dünyanın en meşhur şarapların tadına bakabilir, muhteşem bir doğa eşliğinde bisiklet ile yola devam edebilirler. Bana göre İtalya’da görülmesi gereken yerlerden biri de Avrupa’nın Hawaii’si olan Puglia Bölgesi. Jolly gezginleri bence Puglia’yı da mutlaka görmeli ve benzersiz trulla yapılarıyla ünlü Alberobella’yı ziyaret edip orada denize girmeli.