2016 Alaçatı Ot Festivali…
Annemin benim için anlattığı en güzel hikâyelerden biri de bana hamile iken, köyde bahçeden taze topladığı bir çıkın otu farkında olmadan katlayıp katlayıp yemesidir.
İşte aşeriyormuşum der gülerek, belki de gözlerinin yeşili hep bundan…
Artık bu aşerme durumundan mıdır bilmem, hem göz zenginliğim hem damak tadım için soframdan yeşillik eksik olmaz. Bol maydanozlu mercimekli köftenin yanına tere, turp, marul mu dersiniz, haşlanmış yumurtayla dereotunun sonsuz dansı mı? Mis gibi nanenin süzme yoğurt içindeki yeşili mi? Ebegümeci yapılan bulgur pilavı mı?
Hal böyle olunca ‘’Alaçatı Ot Festivali’’ varmış dediler kanatlanıp uçmak istedik. Bir buçuk ay önceden hazırlıklarımı tamamlayıp gün saymaya başladım. Malum gün geldiğinde büyük bir heyecanla Sabiha Gökçen Havaalanına gittim.
Aksilik bu ya uçağımızın pilotu rahatsızlanmış uçak bir buçuk saate yakın rötar yaptı. İzmir’e varışım da gecikmiş oldu. Kendimi İzmir otogarında Ilıca’ya giden dolmuşun arkasından koşarken buldum, yetiştim mi? Hayır.
Efendim 1 mayıstan önce Havaş’ın servisleri Çeşme’ye çalışmıyor imiş, son otobüs de İzmir Otogardan 21.00’da hareket ediyormuş. Ben o an doğru kararı verip Üç Kuyular Garajına gitseymişim oradan kalkan son Çeşme Seyahat otobüsü gece saat 22.00’deymiş.
Uzun lafın kısası, sevgili arkadaşım Fazilet ile 230 lirayı bayılıp taksiyle Ilıca’daki pansiyonumuza geçtik. Yerlerimizi çok önceden ayırmıştık. Böyle de bir maceramız oldu, ne yapalım yani diyerek güzel bir uyku çektik.
Çok da güneşli olmayan bir güne uyanarak Ilıca’dan Alaçatı’ya giden dolmuşa bindik. Dolmuştan inip de festival alanına girdiğimizde stantlar henüz yeni kuruluyordu. Aman Allah’ım, aç karnımızı mı doyursak yoksa şu güzelliklerin fotoğrafını mı çeksek diye diye henüz sakin olan yolda güle oynaya, çocuklar gibi şen şakrak yürüdük.
Stantların birinde Hülya Hanım ile tanıştık. Bana göre 2016 Alaçatı Ot Festivali’nin hakkını veren nadide stantlardan biriydi. Biz yaklaştığımızda, sabah anne ve babasının bahçeden yeni topladıkları çeşit çeşit otları yerleştiriyordu. Yeşilin en güzel tonları bu stanttaydı. Nane, reyhan, mercanköşk, kekik, şımarık pembe minik turplar ve dahası…
Hülya Hanımla öğleden sonra biraz daha sohbet etme şansı bulduğumuzda insanların artık bahçe işleri yapmaktan vazgeçtiklerinden, ot festivalinin kar amacı güdülerek farklı şeylere dönüştürüldüğünden bahsettik. Üzüldük, ama umudumuzu da kaybetmedik.
Stantların önünde durup otlu börek ya da gözleme arıyorduk, fakat ne çare herkes bize ıspanaklı börek vermek istiyordu. Arayış içinde yürürken bir teyzede otlu börek ve gözleme bulduk. Ebegümeci, ısırgan ve sair otlar var idi içinde. Midem de tam bunu istiyordu benden.
Değirmenlerin ayakuçlarına yaslanmış olan, görseldeki yerden bahsetmiyorum, kırathaanede fiyatı son derece makul ve lezzetli çayımızı içerken böreklerin ne kadar yağlı oluşuna hayıflanıyorduk. Ah be teyzeciğim zeytinyağı cennetinin içindesin üç kuruş fazlasına sataydın da çiçek yağlı yapmayaydın şu börekleri.
Neyse ki, bana göre çağın buluşu olan, içine kabuklu Alaçatı limon parçacıkları sıkıştırılmış zeytinler yüzümü güldürdü, damağımı şenlendirdi.
Festival alanından biraz açılıp Alaçatı sokakları içinde gezindim. Taş evler ve diplerinden fışkırmış çiçekler selamladı beni. Aldım bu selamları kalbimin en nadide köşesine kondurdum.
Çocukluk anılarımdan kalan portakal çiçeklerine kavuşmanın verdiği haz… Ağacın eteklerinde dakikalarca salınıp derin derin soludum. İstedim ki bu koku iliklerime işlesin artık hiç çıkmasın hafızamdan.
Öğleye doğru insan sayısı artmaya ve sokaklar kalabalık olmaya başladı. Biz de biraz nefeslenmek için beyazlığıyla ferahlık veren, adı da zaten Beyaz Butik Otel olan otelin bahçesine oturduk. Sonradan isimlerini öğrendiğimiz Murat Bey ve Mine Hanım burayı yeni devraldıklarından bahsettiler. Sohbetleri ve damla sakızlı kurabiyeleri çok güzeldi. Alaçatı’ya gelince gönül rahatlığı ile kalabileceğiniz huzurlu mekân.
Zaman dar deyip yine düştüm yollara, canım ne yöne istiyorsa oraya yürüdüm. Kırmızı top güller, henüz patlamayıp kokusunu koynunda saklayan hanımelleri, her biri bir sanat eseri olan ahşap kapılar, süslü merdivenler ve çiçeklenmiş vakur zeytinler… Bir o çağırıyordu yekdiğeri…
Karnımın acıktığını hissedince semt pazarına doğru yürüdüm. Her yanda yine bin bir çeşit çiçek fideleri, sakız ağacı fidanları, kokusu ile büyüleyen çilekler… Kendimize birkaç çeşit meyve alarak yürümeye devam ettik.
Ana caddede stant kuramamış Alaçatı teyzeleri arka sokaklara masalarını kurmuş hem sohbet ediyor hem de satış yapıyorlardı. Sürekli yürüdüğüm ve kendimi yemeğe programladığımdan olsa gerek ev baklavası yemesem olmaz dedim. Korka korka aldığım ev baklavası, mis kokulu bir sabaha uyanmak kadar güzeldi. Elle açılmış yufkası, bol cevizi ve en güzeli pekmezli olması beni benden aldı dostlar.
Baklavayı açan ablam da ayrı bir olay aslında. Burada bahsedip bahsetmemekte kararsız kaldığım, fakat şu an istemsizce tuşlara basarak anlatmaya başladığım ablanın bıyıkları vardı. Ben de kendime hayret etmekle birlikte ablanın bıyıklarını can-ı gönülden takdir ettim. O kadar rahat ve doğaldı ki benim için Alaçatı sokaklarının Frida Kahlo’su olmuş idi. Sebebi neydi hiç öğrenemeyeceğim, fakat ellerine sağlık her haliyle kendini güzel kabul etmiş abla.
Baharın tatlı rahiyası eşliğinde yürümekten öyle yorulmuştuk ki daha önce gözümüze kestirdiğimiz bir bahçeye attık kendimizi. İki kız kardeşin işlettiği bir otel Alaçatı Sister’s. Bahçe dekorasyonları gayet sade ve huzur verici idi. Güzel bir köşeye geçip ayaklarımızı uzattık. Güler yüzlü hizmetleri mis kokulu kahveleri ile gönlümüzü çaldılar. Yolunuz düşerse, tereddütsüz kalabileceğiniz bir ev.
Zaman denilen çarkın içinde hoş kokular, nefis tatlar, gülen yüzler, cennet bahçeler, mavi bir gökyüzü Alaçatı yel değirmenleri ile dönerek günü bitirdik. Anılarımız cebimizde İzmir’e hareket ettik.
Alaçatı Ot Festivali neşesini bu sene zaten kaçırdınız, seneye tembellik etmeyin. Kendinizi seviyor ve biraz nefes almak istiyorsanız kopun gelin kentinizden Alaçatı sokakları sizi hep bekler…